Bürokratik Depremler


FİLM : Değirmen
YAPIM 1986, Türkiye
YÖNETMEN Atıf Yılmaz
SENARİST Barış Pirhasan
UYARLAMA Reşat Nuri GÜntekin'in aynı adlı romanından
OYUNCULAR Şener Şen, Levent Yılmaz, Orhan Çağman, Serap Aksoy, Ali Erkazan, Dursun Sarıoğlu, Tarık Papuççuoğlu, Oktay Sözbir, Tamer Barlas, Ekrem Dümer

----------------Bu kısmı geçebilirsiniz, filmle bir ilgisi yok----------------

  Aslında bir şeyler yazmayı bırakalı epey bir zaman oluyor. Çünkü hayatımızdaki birçok şey gibi iletişim biçimimiz de biz farkında olmadan değişti. Yazarak iletişim, artık bilgi edinme sürecinde önceliklerimizden biri değil. Daha açık ve doğrudan olan görsel ve işitsel olan iletişim metodları makbul bugün. İnstagram, Youtube gibi mecraların devasa mabetlere dönüşmesinin nedeni bu. Profillerimizde uzun uzun yazılar paylaşmak yerine, selfie kamerasından bir video açıp 8-10 saniyelik bir video çekerek aynı şeyi yapabiliyoruz. Geleneksel kitap önce yerini e-kitaplara bıraktı, sonra kitapların ünlü sanatçılar tarafından seslendirilip, dinlenebildiği uygulamalar onların yerini aldı. Dolayısı ile şu anda hala blog yazarak, tarihte yok olmuş uygarlıkların birinden günümüze ışınlanmış bir zaman yolcusunun çaresizliği içinde, çoktan unutulmuş bir uygarlığın diliyle meramımı anlatmaya çalıştığımın farkındayım. Yani tüm bu filmsel mevzuları bir youtube kanalı ile daha ilgi çekici ve daha kolay izlenebilir yapmak mümkün, üstelik böyle montajla filmden kesitler ekleyip, bakın bu sahnede diyebilmek gibi avantajlara sahip veya bir podcast serisi ile... (Gerçi burada ifşa etmeyeceğim mecralarda da başka mevzularla ilgili podcastler üzerinde çalışıyorum ya neyse). Fakat yazmanın sadece iletişimin bir biçimi olarak değil, düşünmenin de bir biçimi olduğuna inanıyorum ve bu şekilde düşünerek kendini ifade edebilmek şu anda en çok ihtiyaç duyduğum şeylerden biri. Bunu deşip konunun özünden uzaklaşmak istemiyorum. Ama yazarak ifade etmenin, düşünme biçimi ile ilişkisi üzerine meraklılarına iki adet kitap bırakayım şuracığa: Yuval Noah Harari'nin Sapiens'i, Georges Jean'in Yazı İnsanlığın Belleği. Bir iki kelam etmeden önce dönüp kendimi yazarak ifade etmemin nedeni de izah etmek istedim sadece. Zira yaşadığım bölgede çok büyük bir deprem felaketi gördük. Hiç bilmediğimiz şeyler görüp, hiç bilmediğimiz acılar yaşadık ve şahit olduk. Yaşadıklarımız bizi, alıştığımız kolay ve avantajlı pratiklerin dışında yolları hatırlamaya mecbur bıraktı ve ben bu mecburiyet içinde ancak yazarak kafamdakileri toparlayabiliyorum.

-------------------Bu kısmı geçebilirsiniz, filmle bir ilgisi yok-----------------

Film deprem olgusu ve deprem yardımları üzerinden toplumsal ve bürokratik yozlaşmayı işliyor.

SPOİLER

  Birinci Dünya Savaşı yılları arifesinde Osmanlı Devleti'nin son dönemleridir artık. İmparatorluk İstanbul'da saraya sıkışmış, bir yandan ittihatçılar, bir yandan isyanlar, Balkan Harbi'nin taze yaraları ve koşar adım gelen bir cihan harbi arifesinde kendi derdi ile boğuşmaktadır. Osmanlı Devleti'nin eski büyük ve haşmetli günleri çoktan sona ermiş, taşra beldeleri ve Anadolu üzerinde sadece bir gölgeden ibarettir artık. Film, böyle bir atmosferde, Osmanlı Devleti'nin ücra, unutulmuş, virane taşra beldelerinden biri olan Sarıpınar'da geçiyor. Devlet-i Al-i Osman'ın silik bir gölgesi olarak Sarıpınar kaymakamı Halil Hilmi Efendi(Şener Şen), tüm bu yoksunluğun ortasında iyi niyeti ve saflığıyla, aslında kendisinin bile içten içe yitirdiğinin farkında olmadığı değerlerin bekçiliğini yapmaktadır. İyi eğitimli, İstanbul kültüründe doğmuş büyümüş, evli ve çocukları olan naif, beyefendi bir adamdır Halil Hilmi Bey. Diğer tarafta virane Sarıpınar'da, yoksulluğun ortasında tek başına ayakta durmak için her yolu deneyen Kızancıklı Naciye olmak zorunda kalmış güzeliği dillere destan Bulgar kızı Nadia... Bir de Tüccar Ömer Bey(Kemal İnci) var. Nadia, kasabada işlerini kolayca yürütebilmek için bağ evinde alemler düzenleyip, kasabanın ileri gelenlerini bu eğlencelerde ağırlayan Tüccar Ömer Bey'in ziyafetlerinde dans eder. Güya kasabanın saygın ve itibarlı kişileri, ileri gelenleri Maullim Mansur, Mutasarrıf Hamit Bey, Belediye Reisi Reşit Bey, Mal Müdürü Cevdet Bey, Evkaf Müdürü Kamuran Bey, Doktor Reşit Bey, Jandarma Kumandanı Niyazi bu alemlerin değişmez misafirleridir. Hepsi bu ziyafetlerde eğlenmek, bilhassa Nadia'yı seyretmek üzere toplanırlar Ömer Bey'in bağ evinde, karşılığında da artık ufak tefek usülsüzlükler görmezden gelinir. Tabi küçücük kasaba yerde Nadia hanımın adı çıkmıştır. Durumdan rahatsız olan kasabanın kadınları konuyu Halil Hilmi Bey'in karısına açarlar. Halil Hilmi Bey, karısının baskısına dayanamayıp Nadia'yı sürmek için Mutasarrıf'a bir mektup yazar. Mutasarrıf o dönemde kaymakam ile Vali arasında bir makam. Mutasarrıflıktan Halil Hilmi Bey'e cevap gelir. Dünya savaşı kapıda, ittihat ve terakki saltanatı zorluyor herkes diken üstünde. Bu unutulmuşluk içinde bir düzen tutturmuş Sarıpınar halkı o güne kadar mutasarrıfın, Sarıpınar'ın varlığından haberi olduğundan bile emin değilken Mutasarrılıktan gelen telgraf herkesi tedirgin eder. Durup duruken mutasarrıf Sarıpınar Kaymakamına neden telgraf çeksin ki? Gerçi bu tedirginliğin asıl sebebi biraz da kaymakam yaveri Jandarma Hurşit'in işgüzarlığı ya neyse. Mutasarrıf kısaca; "bizim derdimiz bize yeter, bir de bunla mı uğraşalım, sen ne halt ediyorsun orada" demiştir. Gelen cevap üzerine Halil Hilmi Bey artık ayyuka çıkan bu olaya müdahil olmak zorunda kalır, Nadia'yı huzuruna çağırır, azarlar, sınır dışı etmekle tehdit eder. Fakat yalandan inci gibi gözyaşları döken Nadia güzelliği ile kaymakamı da baştan çıkaracaktır. Öte yandan Nadia'nın kaymakam tarafından çağrıldığını duyan Tüccar Ömer Bey iyice tutuşur, zira Nadia'nın dansözlük yaptığı alemleri tertip eden Ömer Beydir. Tüccar Ömer Bey bir boşluğa denk getirip Halil Hilmi Bey'i de bu alemlerden birine davet eder. Nadia'ya çarpılan kaymakam bu emr-i vaki karşısında biraz da istmem yan cebime koy davete icabet eder. O gece misafirler arasında Kaymakamı da gören Nadia paçayı kurtarmak için coştukca coşar, içki su gibi akar. Herkesin küp gibi sarhoş olduğu gecenin ortalarında bir ara Muallim Mansur biraz da memleketin durumuna hislenip vicdan azabı çekerek davetten çıkarken dudaklarından şu sözler dökülür;

"Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin"
Malum o dönemi tasvir eden bu Tevfik Fikret şiiri epey ses getirmiştir.


Gecenin sonlarında ahşap bağ evinin zemini, artık coşmuş olan Nadia'nın raks eden ayakları altında zangır zangır titremektedir. Zaten eğlencenin dozunu iyice kaçırmış olan küp gibi sarhoş davetlilerden biri bu durumu deprem zannedip ayaklanır. O sırada bir yaygara kopar, bir panikle herkes kaçmaya çalışır. İzdiham olur. İzdiham sırasında Doktor Reşit, Jandarma Kumandanı Niyazi ve Kaymakam Halil Hilmi Bey hafif yaralanırlar. Halil Hilmi Bey sarhoşluğun da etkisi ile izdihamda düştüğü yerde sızıp kalır. Yarı çakır keyif, alkolün de tesiri ve memleketin içler acısı halinde biraz önce misafiri olduğu alemin vicdan azabı ile duruma şahit olan Muallim Mansur; hemen postahaneye koşup İstanbul gazetelerine Sarıpınar'da gerçekleşen zelzele haberi ile ilgili abartılı bir telgraf çeker. Onun hemen arkasından içki alemindeki izdihamda yaralandığı haberinin yukarılara gideceğinden korkan Jandarma Kumandanı, Kaymakamın da yokluğudan vazife çıkarıp yine zelzele haberi ile ilgili Mutasarrıf'a bir telgraf çeker. Kütük gibi sarhoş, sızmış kaymakamı sedyeyle evine taşıyıp, kaymakam sızdı diyemedikleri için de hem ahaliye, hem mutasarrıfa ağır yaralı olarak bildirilir.

Olay bu noktadan sonra kopar işte olaylar kulaktan kulağa, her seferinde daha da büyüyerek yayılır. Streisand Etkisi... Unutulmuş Sarıpınar bu deprem vesilesi ile hatırlanır. Alelacele Halil Hilmi Bey'in yerine bir vekil tayin edilir, Vekil kaymakam ve Hilal-i Ahmer heyeti ile birlikte yardımlar gönderilir. Yardım gönderilir gönderilmesine fakat ortada deprem yoktur. Olay Tüccar Ömer Bey'in evindeki alemden ibarettir. Ömer Bey hem bu durumun korkusu ile hem de gelen yardımlardan nemalanmak için her gelen vekil kaymakam ve yeni heyet için de bu ziyafetleri düzenlemeye devam eder. Nihayetinde deprem yok, kusurabakmayın bu yardımı geri gönderiyoruz diyemezler ya. O sırada zelzele haberi kartopu gibi büyüyerek yayılmaya devam etmektedir. Olay büyüdükçe, yardımlar da büyür. Durup duruken, yoksulluk içindeki Osmanlı'nın her köşesinden Sarıpınar'a yardımlar yağmaya devam eder. Mevzu büyüdükçe kontrol edebilmek için görevlendirilen bürokratların da rütbesi artmaktadır. Vekil kaymakam ve Hilal-i Ahmer heyetinden sonra mutasarrıf, oradan valiye, validen şehzadeye, saraya kadar gider konu. İş iyice kontrolden çıkmış imparatorluğun her kademesinden, hatta birinci dünya savaşında Osmanlı'yı yanlarına müttefik olarak çekmek isteyen yabancı devletlerin temsilcilerinden insanlar sırayla Sarıpınar'a akın etmektedir. Her gelen de eliboş gelmez. Yardım malzemeleri, ilaç, erzak, para akar Sarıpınar'a... Hilal-i Ahmer ile gelen ilk yardımlar kasabada başka uygun yer olmadığından(!) Ömer Bey'in ambarına indirilmiştir ama ardı arkası kesilmeyen yardımlar Ömer Bey'in ambarına sığmayacak seviyeye gelir. Ortada olmayan bir deprem ve bu deprem için toplanan muazzam bir yardım vardır. Tam da bu noktada filmin başından şahit olduğumuz Sarıpınar'ın gündelik rutinine dönen ufak tefek yozlaşmanın aslında çok daha büyük boyutta olan bir ahlaksızlığın yanında silik kaldığı ile yüzleşiriz. Osmanlı bürokrasisinin, Halil Hilmi Bey'in vatandaşa "bugün git yarın gel" diyen sorumsuzluklarından daha büyük bir problemi vardır. Bürokrasi içindeki yozlaşma tepeden tırnağa sirayet etmiştir. Ömer Bey'in alemlerine koşar adım giden ihtiyar Mutasarrıf, Nadia'yı sadaret treni ile alıp götüren koskoca Osmanlı şehzadesinin yanında garip Kaymakam Halil Hilmi Bey'in sorumsuzluğu, güzel bir kadın karşısında eli ayağına dolanan halleri ile mukayese bile edilemez. Gelen yardımları kabul etmek için önceleri utanç duyan Halil Hilmi Bey, sonradan çaresi kalmayınca kasabanın ihtiyaçları doğrultusunda yıkılan mektebin tamiri, yoksulların ianesi için kullanmaya razı olmuşsa da, yerine gelen vekil kaymakam ile gelen yardımların önce Tüccar Ömer Bey'in ambarına, oradan Vali aracılığı ile seferberlik bütçesine aktarılmıştır. Nihayetinde bu yardım paraları ile vatandaş yoksul, kodamanlar ve bürokratlar aç gözlü, kapıya dayanmış bir savaş varken herkes sefasını sürerek çarçur ettiği paranın yerine koyabileceği bir şey bulmuştur. Üstelik biribirini takip eden tüm bu yanlış haberler silsilesi ve neden olduğu durum karşısında Halil Hilmi Bey dışında istifayı kimsenin düşünmemiş olması bana çok tanıdık geliyor.


Yıkık dökük olan sadece Sarıpınar'ın evleri ve kamu binaları değildir. Bu binaların temsil ettiği halk ve yöneticileridir aslında. Yıkık dökük hükümet konağını tamire gelen marangoz Vartan usta; "yapısı sağlam, yoksa çoktan yıkılmıştı" derken aslında konağı değil, devleti kastettiği aşikardır. Yalnız filmin genelinde yoğun olarak vurgulanan bürokratik yozlaşma olsa da, toplumsal yozlaşma alt metinlerde kendini ele verir. Devlet yeni ev verecekmiş diye kendi evini kazmayla yıkmaya kalkan aynı halktır. Fırsattan istifade, nasıl olsa kaymakamın sahte depremi inkar edemeyeceğini bildiğinden, yoksulluktan harab olmuş evine, depremde hasar gördü diye dilekçe yazan, kangrenden ölen yakını için depremde öldü diye cenaze yardımı isteyen aynı halk değil mi? Ya nasılsa yardım gelecek diye köy meydanında eğlence düzenleyip kalan üç beş parça malı da savuranlar... Elbette yoksulluktan evi harab olan da, yine yoksulluktan kangrenden ölen yakınının cenazesini kaldıramayan da devletin başka yaralarıdır. Fakat bir yanlışla başka bir yanlışı kapatabilir miyiz? Bunu meşru kılan nedir? Yoksulluktan evi harap olmuşken onu dilekçe yazmaktan alıkoyan ve sözde deprem için yardım parası gelince devletin kendisine bakmakla yükümlü olduğunu hatırlamakta bir yanlışlık varmış gibi gelmiyor mu size de? 11 yıl önce zihnimde aslı kalan o soru hala tüm canlılığı ile duruyor orada: "Hiçbir şeyin aksamıyor olması, her şeyin yolunda olduğu anlamına gelir mi?"

Diğer taraftan aklın sesi gibi görünen Mühendis Deli Kazım, politik idealler uğruna realiteden kopmuş, kapıldığı fikrin etrafında başka bir dünyanın da var olduğunu unutmuş gibi. Tüccar Ömer'e karşı tavrı, kasabanın mollasına karşı çıkışları, filmin içerisindeki sosyalizmin sembolizmi gibi. Tüm malın fakirler arasında dağıtılmasını savunurken böyle bir şey uğruna seve seve darağacına gitmeye razıyım diyen Deli Kazım'ı bir tek Halil Hilmi Bey karşısında görebiliyoruz. Mesela o ölümü göze alan adamı, malları Ömer Bey'n ambarına yığdıran vekil kaymakama karşı, mutasarrıfa karşı göremiyoruz.


Film 1986'da çekilmiş. Uyarlanan romanı Reşat Nuri Güntekin 1944 yılında yazmış. 2023'te bu topraklarda değişen hiçbir şey yok!

Yeşilçam v.s Hollywood; Round 2

  Tamam Leon sağlam film itirazım yok, Ancak bence Luc Besson hayal gücü biraz kısıtlı bir abi, kimse kusura bakmasın. Ne yalan söyleyeyim beni pek sarmıyor. Zaten bir önceki yazıda gömmüştüm kendisini. Gerçi yazının üstüne aradı beni , abi oldu mu filan, çok kalbimi kırıyorsun dedi. Gel sana bir film yapalım, başrol  oyna, ama karşılığında sen de beni öv, beni parlat gibi usülsüz tekliflerde de bulundu. Yüzüne kapattım serserinin. Dişe dokunur tek filmi Leon zaten, Lucy, 5. element filan da, eh işte idare eder.

 Ama Yeşilçam ile Hollywood'un savaşında güçlerimizi çarpıştıracaksak, karşısına İbo ile Gülüşah'ı  sürerim. Yer miyiz lan biz bu fröyd mıröyd ayaklarını. Film çekeceksen İbo ile Güllüşah gibi çekeceksin abicim, Bir kere sıcak, samimi. Hem o yaşta kız çocuğunun o kadar şiddetin, çatışmanın içinde ne işi var, Biz şiddet içerikli film diye çocuklara izletmiyoruz, sen el kadar Natalie Protman'ı o filmde oynatıyorsun. Sigara filan tutuşturuyorsun ağzına. Bak Gülşah Soydan'a öyle mi? Oyunculuk Hülya Koçyiğit'in genetik mirası daha nolsun.

 



Leon desen, düpedüz italyan mafyası, kiralık katil. Bakmayın öyle çiçek yetiştirip, süt-müt içtiğine. Neymiş efendim kadınlar ve çocuklar olmazmış. Ulan o vurduğun adamların karısı çocuğu yok mu vicdansız. En kısa zamanda tut kulağından ver asayişe. Ama İbo öyle mi, adamın tek illegal işi bir defa kız kaçırmaya kalkışması. Üstelik kaçırmak da sayılmaz, kızın gönlü bunda, Yani reşit ve kendi rızasıyla geliyor ama babası kızı nüfusa 9 yaşında yazdırınca biraz asayişsel problem olmuş. Asayişsel neyse artık, Behzat Amirim duysa kulağımın dibine iki tokat çekerdi. Ayrıca Leon'da sütle filmi sinematografik kılmak, imgesel temizlik, saflık sıkıştırmak ucuz bir numara yani. Sütle filmi sinematografik kılacaksak, İbo ile Gülüşah filmde Ayşen Gruda'nın düzenbaz, üçkağıtçı, köylü kurnazı babasını oynayan Ali Şen'in karakteri üzerinden yapacaksın. Adam düzenbaz üç kağıtçı ama bir yandan güğümle süt doldururken, güğüm devrilip süt yere dökülürken görsel olarak saflık temizliği imgesel anlamda seyircinin gözüne sokuşturacaksın ki, karakter kendi içinde antagonist olsun. Tek boyutluluktan kurtulsun. Hey yavrum hey, dünkü çocuk Luc Besson film yapacak da biz göreceğiz, senin film başlayıp da beceremediğin işi Atıf Yılmaz usta 20 sene evvel yapmış. Luc efendi önce adam olacaksın, saygı duyacaksın. Hem daha sıcak, daha samimi.





İki Film Birden; Bir Filmcinin Beyin Anatomisi, Luc Besson

Sene 1994, Hollywood'un altın yılı. Luc Besson'un Leon'u, Oscar için Forrest Gump, The Shawshank Redemption, Pulp Fiction'la kapışıyor. 

*Nikita filminden, Victor the Cleaner karakteri

Muhtelif halet-i ruhiyelerde bir kaç defa izlemişimdir bu filmi. Olay örgüsünü zihninize oturttuğunuz güçlü bir filmi bir kaç kez izledikten sonra zihniniz doğrudan hikayenin size sunulan bölümünün dışında kalan kısmı ile ilgili teoriler  üretmeye başlıyor. Aslında bir senaristin kafasındaki matematiğe hakim olduktan sonra sadece filmi izleyerek bile hikayenin filme alınmamış bölümünü yakalayabiliyorsunuz. Zira güçlü senaryolardaki karakter tasarımlarında matematik hep aynıdır. Bir karakteri kafanızda önce bebek olarak tasarlarsınız, o bebek ileride doğduğu yerin kültürünü taşıyan bir karaktere dönüşür, ona bir aile, bir yetişme tarzı verirsiniz, nasıl giyinir, nasıl konuşur hep bu aşamada ortaya çıkar. Ona bir eğitim düzeyi biçersiniz, neler bilip- neler bilemeyeceğinin çerçevesini çizersiniz. Belki çocukluk travmaları olur, yoksul bir ailede mi büyür, zengin midir hepsi bellidir.  Agresif mi, içe kapanık mı olacağını tayin eder bu bölümlerde. Bunlar asla filme alınmaz, hatta senaryoda bile yoktur. Ancak senaristin tutarlı ve güçlü bir karakter oluşturabilmesi için ihtiyaç duyduğu fikirlerdir.  Bununla birlikte aklı kurmacanın peşinde sürüklenirken oluşan hikayede karşısına çıkan yol ayrımlarında cevaplarını bulması daha kolay olur. Senarist, karakteri içine sokacağı dramayı tasarlarken mesela, aslında o durum içerisinde nasıl davranacağı hikayenin dışında kalan, karakterle ilgili tasarladığı bölümde cevabını bulur zaten. Yani karaktere hikayenin dışında giydirilen kişilik herhalükarda onu kişiliğine ait olan akıbete taşıyacağından, senaryo, senaristin bu karakteri farklı durumlara sokup, bu durumlar karşısında gösterdiği tepkiyi kaleme almasından başka bir şey değildir.. Film dediğimiz şey ise sadece karakterin içine sokulduğu durumlardan en sinematografik bölümlerini kayıt altına alıp bize sunan şeyden ibarettir.(Fazla teorik bir senaryo dersi oldu, not alın ilerde soracağım)

    Mesela Leon,.. Mathilda ile hiç karşılaşmasaydı da Leon için bir şey değişmezdi. Yüreğindeki merhamet başka bir Mathilda buldururdu ona. O da olmazsa başka bir Mathilda daha. Kaç Mathildayı denklemden çıkarırsanız çıkarın, Leon aynı Leon olduktan sonra aynı vicdana, aynı yalnızlığa, aynı ruha sahip olduktan sonra yeni bir Mathilda eklenirdi denkleme. Vicdan denen zaafı ile her seferinde su testisi su yolunda kırılır, yaptığı işlerden birinde ya bir hasmı tarafından, ya başka bir polis şefi tarafından vurulurdu.

Ya Mathilda? Onun durumu biraz farklı. Zira film bittiğinde hikayesi bitmiyor. Peki Leonla karşılaşınca akıbeti değişti mi ? Ya da Leon'un ölümünden sonra gittiği yatılı okulda tutunabildi mi, okulunu bitirip iyi bir kız olabildi mi? Okulun bahçesine ektiği Leon'un saksısındaki çiçeği her ölüm yıl dönümünde ziyaret etti mi? Sanmıyorum. Ne demiştik teorik senaryo dersimizde, karaktere biçilen kişilik onu herhalükarda kişiliğine ait olan akıbete taşırdı. Mathilda'nın akıbeti değişmezdi yani, Mathilda Nikita'ya dönüşürdü. Mathilda'nın okuldan sonraki hayatı ile ilgili tüm cevapları Nikita'da bulabilirdik. Ya da tam tersi Nikita'nın, soygun gecesi ile başlayan hikayesinden öncesiyle ilgili cevaplar arasaydık bizi Mathilda'ya götürürdü. Hani demiştik ya senaryo dersimizde bir karakteri kurgularken taa çocukluğundan, hatta bebekliğinden itibaren kurgulayıp sinematografik kısmı filme alınır diye.
   



Luc Besson, Leon'dan 4 yıl önce çektiği Nikita filmi ile senarsitliğinin tüm matematiğini ifşa eden, nispeten hayal gücü zayıf bir adam. Zira Nikita, 19 yaşına basmış, Leon'dan sonra gittiği okulda tutunamamış, ailesinden şiddet görmüş, çocukluğu travmalarla dolu Mathilda'dan başkası değil. Ancak Besson, Nikita karakterini kurgularken,  Nikita'nın senaryonun dışında kalan hikayesinin, filme aldığından daha sinematografik olduğunu tam 4 yıl sonra farkedecekti. Mathilda, Nikita'nın neden kimsesiz ve travmalarla dolu bir çocukluğu oldğunu, kavga etme konusunda, silah kullanma konusunda nasıl bu kadar yetenekli olduğunu da açıklıyor. Mathilda, Nikita filminde Nikita'nın çocukluğu ile ilgili havada kalan tüm sorulara cevap olarak cuk oturuyor. Nikita'nın onca karmaşanın ortasında tıpkı Leon gibi bir İtalyan'a aşık olması, hikayenin orta yerinde dalan, yine Jean Reno'nun yuvarlak siyah gözlüklerle profosyonel bir katili canlandırdığı Victor the Cleaner karakterine hikayenin akışına absürt bir şekilde bağlılık duyması filan daha bir anlam kazanıyor. 
,

Tabi filmler arasındaki bütün bu ilişkiyi filmci aklının çalışma biçimiyle açıklamanın da anlamı yok, Luc Besson'un yeni bir şey ortaya koyamayan nispeten zayıf hayal gücünün de bariz etkisi var.

Tam Leon'un vizyona gireceği yıl John Badham Nikita filmini "Point of No Return" adıyla tekrar çekiyor, biraz eğip, büküyor ama yersen tabi. Tüm bu açmaza rağmen bu yıl(2019) vizyona giren Anna filmi ile Luc Besson'a bir şans daha verdim. Hikaye harap bitap, tükenmiş, kaybolmuş bir kız olan Anna'nın, sevgilisi ve serseri arkadaşlarıyla bulaştığı soygun sonrasında derin devlet yetkililerinin onu bulması ve zaten bitik hayatını ajan olarak derin devlete hizmeti karşılığı (eğitimi geçebilirse) geri vermeyi vaadi ile başlıyor. Aman ne değişik bir hikaye. Al Anna'yı vur Nkita'ya. Al Lucy'i vur 5. Element'e.  Çok kalbimi kırıyorsun Lukcuğum, çook.

Müthiş Transferler-1





Arkadaş şu Melih Demiral'ın İtalya'ya transferini ne  abarttınız.  İtalya ile aramızda illa büyük transfer olayı arıyorsanız, bu olay sene 1974'te gerçekleşmiştir. İtalyanlarla münasebetimizde, İtalyan sinemasına Erol Taş'ı kiralık, Ayhan Işık'ı bonservisi ile verip, yerlerine takasla Sonia Vivani ve Alberto Dell'acua'yı almamızdan daha büyük bir transfer olayı yoktur bence. Gerçi bir ara, iran sinemasının güzide örneklerinden birinde, bir Bahman Ghobadi filminde, Yılmaz Erdoğan ile Monica Belluci'nin aynı kareye koymuşsak da, yine de bu olayın yanından bile geçmez. Bir kere kulvarı farklı.

16:15 de Ayhan abi, 37.17 de Erol Taş var.

Filmin adı Le amanti del mostro, ayrıca ikilinin rol aldığı başka bir film; Le mano che nutre le morte. Ustalar böyle bir kaç filmde daha rol almışlar İtalyan sineması içinde.


Alberto abimiz, sahne adıyla Robert Widmark olarak da bilinir.

Çok uzun soluklu olmasa da Sonia hanımın da kısa bir Yeşilçam macerası olmuştur.

ATÖLYE-5; Böyle şeyler ancak filmlerde olur.


Film: Modern Times
Yapım: 1936, ABD
Yönetmen: Charles Chaplin
Senaryo: Charles Chaplin
Oyuncular: Charles Chaplin, Paulette Goddard, Henry Bergman

   Kült filmler kategorisinde listenin tepesinde yer alması münasebetiyle hakkında internette bir çok karalama bulacağınız bir film. Zamanının ötesinde bir iş olması hasebiyle kendinden bu kadar bahsedilmesini, referans gösterilmeyi hak ediyor. Günümüzde bile hala şiddetli bir toplumsal sorun olarak varlığını sürdüren endüstri-insan ilişkisini, henüz endüstri çağının ergenliğe yeni adım attığı, sinemanın ise emeklemek ve adım atmak arasında olduğu bir dönemde farkedip ele almasıyla çok özel. Bir çok kaynak Chaplin'in ilk sesli filmi olarak belirtir.  İşte fabrikada sürekli yaptığı işin artık tik haline gelmesi, patronların yemek saatlerine bile göz dikmesi, komünist işçi hareketi lideri olarak içeri girmesi, sonra otorite ile iş birliği yaptığı için tahliye olması, gece bekçiliği sırasında hırsızlığa tevessül eden arkadaşları ile karşılaşması, garsonken bile şarkı söyleyerek eğlence sunmak zorunda olması v.s derken, film endüstri toplumu ve insan kavramı üzerinden Şarlo'nun zekasıyla ince ince işlenmiş şüphesiz. Ancak bence film,  ilk 3 saniyesinde esas sözünü öyle bir vuruyor masaya, o 3 saniyeden sonra söylenen her şey kafi olanı kafiyeli kılmak için yapılmış gibi geliyor.

Filmin açılış sahnesinde önce bir ağıldan çıkan koyun sürüsü gösteriliyor, sonra basit bir fade out-fade in geçişi ile metro istasyonundan çıkıp işlerine yetişmeye çalışan modern(!) insan topluluğunu görüyoruz. Bugün bile ders olarak okutulacak bu gösterge bilim vecizesi kendi içinde inceliklerle dolu. Etinden, sütünden, yününden hatta gübresinden bile istifade edilen bir hayvan sürüsü teşbihten sonra, yemek molası saatine bile göz dikilen işçi sınıfının anlatılması kadar doğal ne olabilir? Endüstri makinalarını döndüren bir dişli olması dışında Meksikalı, İtalyan, Fransız, İngiliz kökenli olmasının hiçbir ehemmiyeti olmayan Amerikan toplumunun farklı cinslerde koyunlardan müteşekkil bir sürüyle tasvir ediyor Şarlo,  Üstelik koyun sürüsü arasına iliştirdiği bir kara koyun ile Amerikan toplumunda kölelik döneminden devşirilen ırkçılık meselesini de es geçmeden, modern kölelik kavramına bir şerh düşüyor.
                         
Ancak fazla melankolik bu hikayede yerli yerine oturtamadığım bir şeyler var. Biz prensesini camdan ayakkabısıyla bulan prensler yerine, mahallemizin bir tanesi Müjganların zengin mahallelerinde kül kedisi masallarına dönüşen hikayelerinde geride bıraktıkları Sadri Alışık'ların safındayız. Hani esas kızımızın restoranda söylediği şarkıda bahsettiği gibi ihtiyar adamın parmağındaki pahalı yüzüklerin peşinde geçiyor hayat. Öyle paytak şarloların, sıcak samimi sevgilerine minnet duyulmuyor pek, kimsenin köhne, dökülen bir tahta kulübede mutlulukla yetineceği filan yok. Hem esas kız Paulette Godard'ın restoranda sözlerini unutmaması için şarlonun koluna yazdığı şarkıda ne diyordu;
"pretty girl and a gay old man, flirted on the boulevard, he was fat old thing but his diamond ring caught her eye/ yani mealen; Güzel bir kız ve yaşlı adam caddede flört ediyordu. Adam ihrtiyar şişmanın tekiydi ama elmas yüzüğü kızın gözlerini kamaştırdı."

Simema böyle bir şey işte. Hakikat, filmde geçen bir şarkı, bir rüya sahnesiyle fantazi kılınırken, ışıklar ve kamera yardımıyla suretlere büründürülen fantazi, gerçeklik olarak algılanır.Gökten üç elma düşer, Newton yer çekimini bulur, herkesin bir ağırlığı olur birden. Sonra eski zamanlar biter, modern zamanlar başlar. Katı olan her şey buharlaşır, insan yüklerinden kurtulur! Zamanın ruhu bedenden ayrılır, Zeitgest ölür. El baki, hüv'el baki. Ruhuna El-Fatiha.